ÇIT – ÇIT… Küçük Bir Ağaç Uyanıyor
Şöyle bir ürperdi önce. Sonra titredi ve…
…çıt – çıt… bir ses işitti. Ses nereden geliyordu ve kime aitti? Dikkat kesildi. Sanki kalbinin tam ortasına dokunan bir sırdı bu. Etrafına bakındı; lâkin her yer çok karanlıktı. Ne bir ışık vardı ne de yol gösterecek bir işaret. Sadece o belirsiz ses… Derken, bir ses daha işitti; ilkinden daha yüksek! Üstelik bu kez daha da yakınındaydı. Tam içinde, tam kalbinin ortasında yankılanıyordu. Sanki kendi varlığının kaynağından doğmuş gibiydi.
Bu sesin ahengiyle ikiye ayrılıyor zannetti; fakat zannı kısa sürede hakikate dönüştü. Evet, tam ortasından ikiye ayrılıyordu. Önce çok korktu. Yarılmış, incinmiş ve yaralanmış olmanın ürpertisiyle titredi. Tam işinin bittiğini, eksildiğini, yokluğa karıştığını düşünmeye başladığında ise bambaşka bir şey oldu: Aşağıdaki karanlığı terk edip yukarıya, ışığa doğru yükselen bir fazlalık eklendi bünyesine. Eksildiğini sandığı şey, aslında çoğalmaya açılan bir kapıydı.
Tohum, فالق¹ olanın “كُن² = Ol!” emri ile ikiye ayrılıyor, filize duruyordu, filize duruyordu. Bu, topraktan ilk çıkışıydı. İlk defa güneşi görüyordu. Gözleri kamaştı birden. Çünkü karanlığın içinden ışığa doğmak kolay değildi. Toprağın üzeri çok daha cazipti. Burada hayat vardı. Kendisi gibi olanlar vardı; ondan daha yetişkin, daha büyük, daha köklü olanlar… Filizler, fidanlar ve genç ağaçlar… Onların arasında bir yolculuk başlıyordu.
Üzerinde kuşların cıvıltısı, sincapların neşesi, karıncaların telaşı ve daha nicelerinin yuvası vardı. Zamanın üzerinden geçtiği ağaçlar meyve verenlerdi. Onlarca yaz, kış ve bahar görmüş; nice rüzgârların, yağmurların ve güneşin misafiri olmuşlardı. Yaşlanmış ve kurumuş olanlar ise kabuklarına işlenmiş hikâyeleriyle diğerlerine sessiz dersler veriyorlardı. Kalın kabukları sanki bir bilgenin cübbesi gibiydi. Her geçen yıl onları daha da olgunlaştırmış, daha da yormuştu. Fakat bu yorgunluk, asil bir duruşla göğe uzanan dallarına engel değildi.
Yerden tavana… Aşağıdan yukarıya… Topraktan semaya…
Ağaç, kökleriyle toprağa hâkim olurken yatayda yeryüzüne neşe veren yeşilliğiyle Hayy isminin tecellisine mazhar oluyordu. Dikeyde ise semaya doğru genişliyor, ellerini açmış gibi göğe yükseliyordu. Her nefes alışında duaya duruyor gibiydi. Topraktan emdiği suyu, köklerinden çekiyor; –üstelik belki de maddenin tabiatına zıt bir şekilde– dikey bir nefesle hayat pompalıyordu. Ta en ucundaki dala, en ince yaprağa kadar yaşam ulaşıyordu.
İşte insanın hikâyesi de böylesine bir ağacın hikâyesine benziyordu. Çünkü Âdem babamızın ilk iradesinin muhatabı da bir ağaç değil miydi?
“Sen ve eşin, cennette iskân edin, dilediğinizden yiyin ve için; yalnız şu ağaca yaklaşmayın!” (Bakara, 35)
“…ağaca yaklaşmayın!…” ile başladı insanın hikâyesi. Bu cümlenin içine nice sır gizlenmişti. Neden ağaçtı da demir değildi, bakır değildi? Neden taş ya da toprak değildi? Neden o değil de bu değildi? Bu soruların ardı arkası gelmezdi. Çünkü ağaç burada yalnızca bir nesne değil, belki de asıl kastedilen bir ağaç değildi. Ağaç bir semboldü. Asıl hedef, bir sınır çizgisiydi. Birçok müfessirin de ictihatları bu yöndedir. İnsan için sınır çizilmişti. Özgürlük alanı genişti, fakat bir tek sınır vardı. İşte o sınırın adı “ağaç”tı.
Yine de ağaç, kökünden gölgesine, dalından yaprağına, meyvesine dek insanlığın yol arkadaşı oldu. Oksijenle hayat bağışladı, meyvesiyle rızık oldu, gölgesiyle serinlik sundu. İnsana eşlik etti, yeryüzünün en sadık dostu oldu.
Tıpkı küçük bir çocuk gibi… Küçük bir ağaç da onunla birlikte büyür. Önce ince bir filiz, sonra fidan olur. Ardından gençliğe adım atar, kök salar, meyve verir. Evlilikle aile kuran bir insan gibi dalları genişler, çoğalır. Yıllar geçtikçe yorgunluk izleri taşısa da göğe uzanmaktan vazgeçmez. Çünkü ağaç, insana her hâliyle yol gösteren bir ayna gibidir.
Bu vesileyle, bu yıl yanan binlerce ağacımız ile yüreğimiz de yanarken, biz yine tohumun toprağı delip ışığa olan aşkı ile, yine yeniden Hayy isminin kudretiyle yaşam ümidimizi hep diri tutacak; küçük ağaçlar, fidanlar dikmeye devam edelim, olur mu?
Ağaç, ümidin de sembolüdür. Hangi dedemiz diktiği ağacın gölgesinde dinlenmiş? Belki birçoğu meyvesini dahi yememiş. Lâkin onlar, fidan dikmekle birlikte sağlam bir nesil dilemiş, bu yüzden de küçük ağaçlarını hep ümit suyu ile sulamış.
Dipnotlar:
فالق (Fâliq): “Yaran, açan, bölen” anlamına gelir. Kur’an’da “Fâliq al-habb” (Tohumu yaran Allah) ifadesi geçer. Burada tohumun çatlayıp filizlenmesini başlatan kudret kastedilir.
كُن (Kun): Arapçada “Ol!” demektir. Kur’an’da Allah’ın yaratma emri olarak geçer: “O bir şeyi dilediği zaman, ona sadece ‘Ol!’ der; o da hemen oluverir.” (Yâsîn, 82)
_nerمindeمir Nermin Demir



